Her günün akşamında eve gitmeye hazırlanırken bir heyecan kaplıyor beni. Servisi beklerken dakikaları sayıyorum resmen. Eğer geç kalırsa sinirden çıldıracak gibi oluyorum. Geç kalmaması lazım, benim eve yetişmem lazım. Ben eve 5 dakika bile geç kalmam, 5 dakika daha nefes alamamam demek.
Servisten indiğimde yolun karşısına geçmek için, yeşil ışığın yanmasını beklemek yerine, arabaların üstlerine atlarcasına, koşa koşa geçiyorum karşıya. Bu sırada heyecanım hala devam ediyor ama bir de bir sevinç kaplıyor içimi. Asansöre bindiğimde aynanın karşına geçip şarkı söylüyorum sevinçten/mutluluktan, ineceğim kata kadar kendimi sanatçı zannediyorum.
İneceğim kata geldiğimde ve asansörün kapısını açtığımda artık heyecanım tavan yapmış oluyor. Biliyorum ki içeride de benim heyecanım gibi heyecan yaşayan biri var. Benim ki Doğa’ma kavuşma, onun ki anneye kavuşma heyecanı. Neticede aynı heyecanın farklı versiyonları. Asansörün kata geldiğinin sesini duyduğunda heyecandan yerinde duramayan, kapının hemen arkasında yüzünde kocaman bir gülümseme ile beni bekleyen Doğa’ma sonunda kavuşuyorum. Anne kız öyle sıkı sıkı sarılıyoruz ki birbirimize hayattan kopmak bu olsa gerek. O saatten sonra etrafımızda olanları ne görüyor ne de duyuyoruz.
Hemen odamıza geçiyoruz, kıyafetlerimi değiştiriken Doğa’m rutin çanta kontrollerini yapıyor. Öyle sevimli ki. Kucağına alıyor çantayı ve kafası çantanın içine kadar sokuyor. İçinde ki herşeyi dışarı çıkartıyor, inceliyor. Kontrol süresinde hemen ev halini alıyorum. Sonrasında başlıyor bana gününü anlatmaya. Anlatırken bazen tükürüğü kaçıyor, yutkunuyor sonra pes etmiyor anlatmaya devam ediyor.
Sevgilim geliyor, beraber vakit geçiriyoruz. Sadece ben, sevgilim ve Doğa’m. Aslında benim en çok sevdiğim zamanlar sadece 3’ümüzün beraber olduğu zamanlar. Gerçekten çok eğlenceli oluyor, çok gülüyoruz beraber. Doğa’nın karşında garip garip oynayan, şarkı söyleyen, yerde yuvarlanan 2 tane kocaman insan ( anne ve babası) aslında Doğa kadar çocuk iki insan.
Yemeğimizi yedikten sonra, beraber kahve içiyoruz. Mis gibi türk kahvesi. Eline, ağızına, burnuna her tarafına bulaştırıyor içerken, ha birde şarkı söylüyor. Beraber oyunlar oynuyoruz, bebeklerine mamalar yediriyoruz, müzk dinliyoruz.
Zaman o kadar hızla geçiyor ki, gözlerinin kıpkırmızı olmasına rağmen uyumamakta direnen Doğa, ona doyamayan ve hala oyun oynamak isteyen ben.
Doğa’m artık kendine yeniliyor ve rüyalar âlemine melekler gibi dalıyor.
Ben…
Bende rüyalar âlemindeyken, maalesef gerçekler âlemine geçiş yapmak için uyuyorum.
Yine olacak, yine ayrılık, yine hasret, yine gözyaşı, yine burukluk, yine vicdan azabı, yine,yine,yine…yineler bitmez bende böyle oldukça.!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder